Ünlü Yazar Muazzez İlmiye Çığ Röportajı

Nihayet heyecanla beklediğimiz gün geldi. İçimizde tarifsiz bir heyecan ve anı ölümsüzleştirebilme çabaları. Fotoğraflar, görüntü kayıtları, hediyeler, sorular, özgeçmiş bilgileri, kitapları, her şeyiyle ustaya biraz daha yakın olabilme endişesiyle Mersin’e doğru heyecanlı bir yolculuk. İki dünya savaşı görmüş, Kurtuluş Savaşı’na tanıklık etmiş 105 yaşında bir bilge kişi Muazzez Hanım. Bizi evinde ağırlama lütfunda bulunarak, gönülleri baştan fetheden bir kraliçe. Kitapların ev sahipliği yaptığı bir salonda biz kedisini beklerken kraliçe bütün neşesiyle odaya girer ve tatlı sohbetine hemencecik başlar. Gözlerindeki ışıltı, yüzündeki tatlı tebessümle gençleri ağırlamaktan pek memnun Muazzez Hanım. Çocuklarla birlikte olmaktan çok mutlu olduğunu söyleyerek söze başlayan ÇIĞ, ERAL’ın bu ziyaretinden çok memnun olduğunu söyler ve hemen bizleri tanımaya çalışır. Küçük hediyelerimiz karşısındaki mutluluğu bizleri de onurlandırıyor ve hemen ekliyor Muazzez Hanım:

(ÇIĞ): Valla çocuklar insanın ruhu ölmüyor. Yani ben şuna kani oldum, ama herkeste böyle mi, onu bilmiyorum, fakat düşünüyorum insanların yaşlanmakla hisleri ölmüyor. Çok çok teşekkürler. ( çikolata verilir.)

(Z.Ç.):  Yaşama sevincinde çok değişen bir şey olmuyor herhalde, yani insanın iç coşkusu yaşama sevinci yerindeyse, her halde o mayasında varsa devam ediyor.

(ÇIĞ):  Evet evet, o devam ediyor, ölmüyor.

(Z.Ç.):  Çok güzel, siz de bu anlamda şanlı insanlardansınız, biz de sizi gördüğümüz için sizinle tanıştığımız için çok şanslıyız.

(ÇIĞ):  106 yaşına giriyorum. (güler zevkle…)

(Z.Ç.):  Maşallah, güzel ömrünüz olsun inşallah.

(ÇIĞ):  Cumhuriyetin ilk öğretmeni.

(Z.Ç.):  Evet. Babanızdan kalan, Hatice Hanım’la, rahmetle analım, yaptığınız öğretmenlik…

(Z.Ç.):  Benim o dönemle ilgili merak ettiğim şeylerden birisini ben size sormak istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok devrim aynı anda yapıldı. 1928’de bir Harf İnkılabı yapıldı, arkasından eğitim politikaları ortaya kondu, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin açılması… Tüm bunlar olurken Türkiye’de bir okuma yazma seferberliğiyle beraber sanayi de boş geçilmedi, atılımlar yapıldı.

(ÇIĞ): Her şey birden çocuklar, akıl erecek gibi değil. O zaman bunun farkında değiliz.

(Z.Ç.): Nasıl bir enerji, nasıl bir ruh halindeydiniz ki bu böyle….

(ÇIĞ): Yalnız o zaman yani bütün gençlerin ülküsü şuydu: Ben de bir adam olayım da memlekete yardım edeyim, bütün herkeste bu şey vardı. Ama ne olursa olsun ben de düşünüyorum o günkü muazzam atılımın gene de farkında değildik.  Bakın, ben 33’te, yani onuncu yılda öğretmendim.

(Z.Ç.): Evet, hatta sokaklarda kemanınızla 10. Yıl Marşı’nı çalmışsınız.

(ÇIĞ):  Evet, o zamanlar resim falan yok. Yani öğretmenliğim 36’ya kadar devam etti. O arada sinemalar açıldı, filmler geliyor, tiyatrolar geliyor, ailecek gidiyoruz, kalabalık, erkek kız karışık, hiç aklıma gelmiyor bunu nasıl yaptık diye, n’oldu bize diye, nasıl bir coşku diye. Halk kabul etti. Halk Atatürk’ü o kadar sevdi benimsedi ki onun her dediği kural gibi oldu. Yani ona karşı gelmek sanki bir büyük ceza gibi geldi.

(Z.Ç.):  O dönemde ülkede okuma yazma seferberliği başlatılmış.

(ÇIĞ): O çok muazzam!

(Z.Ç.): Muazzam bir iş fakat, aynı zaman siz 1936’da öğretmenliğinizi de bir kenara bırakarak DTCF’ye geçiyorsunuz ve Sümeroloji okuyorsunuz, Hitit dillerini öğreniyorsunuz. Daha sonraki atandığınız yerde ülke okuma yazma öğrenirken siz, Sümer, Hitit tabletlerini çevirdiniz. Hiç demediniz mi, insanlar okuma yazma bilmiyorken ben bunları niye yapıyorum?

(ÇIĞ):  Yoo, hiç aklımıza bile gelmedi. Ve o kadar o müzedeki çalışmamız muazzam bir çalışmaydı. Bir akademi, başladık çalışmaya, bu vaziyette bırakmıyoruz aynı zamanda yaptığımız işleri yazıyoruz, dış mecmualara. Onları görenler, a bir şeyler oluyor, diye gelmeye başladılar. Bu gelenler de kitap getiriyor, makale yazıyorlar, beraber çalışmalar falan, yani ben hayatımın en güzel çağını orda yaşadım. Bir profesör olamadık ama biz artık her şeye rağmen her defasında muazzam sevindik burada çalışıyoruz diye. Belki hala şimdi düşünüyorum, orda o işleri yapmasaydık, o işler kalacaktı, kalacaktı.

(Y.A.): Halen de o kadar tablet var diyorsunuz, 60 bin civarında tablet okunmamış, depoda bekletiliyormuş.

(ÇIĞ): Tabi var, Kültepe tabletleri var. Kayseri’de Kültepe tableti varmış, duydum, şaşırdım. Ankara’da Kültepe Tabletleri çok önemli. Ama biz, bizim müzede olan bütün Sümer Tabletleri’ni yayınladık. Bir kısmını biz, bir kısmını Kramer yayınladı. Sümer hukukuna, edebiyatına ait metinlerin yayınlanmasını sağladık, sonra müzede yayınlanmamış tabletleri yayınladık, bunlar çok önemli.

(Z.Ç.): 72 bin tabletten bahsediyorsunuz bir yerde.

(ÇIĞ): 74 bin tablet vardı yani sayıldı onlar, numaralandı, gayet muntazam böyle odalar dolaplar kutular içinde muhafaza altına alındı. İnanın eğer biz gitmeseydik orda kimse yapmayacaktı.

(Z.Ç.): Muazzam bir öngörü Atatürk’ün böyle bir iş yapması.

(ÇIĞ): Tesadüf yani aslında Hititoloji hocası üniversitede kalmamızı istedi. İşte ben evlenecektim, arkadaşlar, şöyle böyle, müzeden de haberimiz yok, daha müze görmemişiz, haberimiz yok. Benim babam rahmetli çok akıllıydı duyar duymaz benim böyle reddettiğimi çok kızmış, insan böyle ayağına gelen üniversitede kalma fırsatını nasıl reddeder diye, ona çok üzülmüş.

(Z.Ç.): Sizin hiç pişmanlığınız oldu mu?

(ÇIĞ): Hiç, hiç çocuklar. Bir damla pişman olmadım. Çünkü üniversitede kalsaydık yapamazdık. Arkadaşlar birbirini yemekten bir şey çıkaramadılar, biz en aşağı bir arşiv yaptık, ondan sonra da kaç yayın yaptık o arşivleri. Şimdi benim yayınlanmış orda da var, 8 kitap var, kimsenin haberi yok onlardan, onlar da çok büyük emek. Çünkü tableti alıyorsun, okuyorsun, sonra transkripsiyon diyoruz,  transkripsiyon yapıyoruz, ondan sonra da ona göre kopyalarını yapıyoruz. Kolay değil ki bir tarafta o, bir tarafta o, gelenlerle çalışmak. Birkaç gün önce torunum, bir tarih kongresine benim bir yazımı göndermiş de onu okudum, ayy dedim yaptığımız şeyler anlatılmış, bak neler yapmışız falan diye.

(Z.Ç.): Sizin yaptığınız bu çalışmalar Anadolu kültürüne, evet, çok büyük ışık tutuyor, Anadolu tarihini, bilinen ya da gösterilmeye çalışılanı değil, çok daha öncesini.

(ÇIĞ): Şimdi onları sonradan yaptık. Emekli olunca ben düşündüm birçok birikim var kafamda. Atatürk’ün de bir isteği vardı, rahmetli, bu Sümer-Hitit kültürlerinin halk tarafından öğrenilmesi ve bir heves edip onlar tarafından okunması, yani bu kültürlerin eski Türklerle ne gibi bir ilgisi olduğunu yahut da ilgisi var mı, yok mu araştırılmasını istiyordu.  Ve bunun için bankanın adını Sümerbank koydu, Etibank koydu. Sümerbank el değiştirdi, Avrupa’da sormuşlar: “Neden Sümerbank, nerden çıktı?” Bana sordular, sonra ben bir yazı yazdım gönderdim. Yani Atatürk bu bilimlerin halka inmesi için, bunlar üzerine öğrenci çağırdı ve acaba Türklerle ilişkileri var mı yok mu bulunsun, bütün derdi buydu rahmetlinin. Mesela Atatürk’e taa onun zamanında biri demiş ki Sümerler Türk’tür, kanıtlayın demiş, Atatürk kanıtsız hiçbir şeyi kabul etmemiş. Her şey kanıtlı olacak. Onun için ben emekli olduktan sonra Atatürk’ün istediği şekilde Sümer kültürünü, bildiğim bütün bu kültürü halka indireceğim, dedim ve böyle başladı. Yayınevi de bulduk. Böylece ben yazdım, onlar yayınladılar ve tutuldu da.

(Z.Ç.):  Bunlar makaleler değil mi?

(ÇIĞ): Makaleler. Dışarıda kongrelere gittim. Almanya’da, İsviçre’de, Amerika’da sunumlar yaptım. Yaptığımız çalışmaları, kendi tarih kongrelerimizde yaptım. Yani yaptığımız işleri bir kenarda bırakmadık böylece. Şimdi o yüzden benim bu kültürü Atatürk’ün istedi doğrultuda, mademki kafamda birçok şey var, bunları yapayım dedim ve yazdım.

(Y.A.): O kadar çalışmalarınız var, röportajlarınız, mülakatlarınız var, uzun yaşamın sırrı nedir diye bir soruya şu cevabı verdiniz: “Her gün sabah uyandığım vakit şunları, şunları yapmalıyım. Yani bir amacım var ki ben günü doldurayım, zamanın nasıl geçtiğini anlamayayım.” demişsiniz.

(ÇIĞ): Genellikle öyleyim. Hala öyleyim.

(Y.A.): Bu kadar çalışmaların üzerine dolu dolu bir yaşamınız olduğunu biliyoruz, devam edeceğini de biliyoruz. Hiç kişisel yaşamınız ya da akademik hayatınızda boşluğa düştüğünüz bir zaman oldu mu, olduysa bu boşluğu nasıl egale ettiniz, nasıl bu boşluktan kurtuldunuz?

(ÇIĞ): Ben boşluğa hiç düşmedim, böyle bir şey hiç olmadı, her zaman dolu. Boşluğa düşecek zaman olmadı, doldurdum, hep üst üste yaptım hayatı. Çok dolu geçti çocuğum.

(Z.Ç.): Emekliliğinizden sonra da yaptığınız bu çalışmaları, insanlara duyurmak için yine çalışmışsınız.

(ÇIĞ):  Asıl büyük halka dönük çalışmalar emeklilikten sonra oldu.

(Z.Ç.): Peki başka bir şey soracağım. Siz DTCF’ye girdiğinizde Hatice Hanım ve siz varsınız.  Kadın kimliğinizle tercih edilmişsiniz bunun bir tesadüf olmadığını biliyoruz. Buradan hareketle kızımızla da biz bu konuda sohbet etmiştik. Onun da bu konuda size sormak istediği bir soru var.

(G.Ö.):  Atatürk devrimlerinden biri olan kadına seçme seçilme hakkı 5 Aralık 1934’te kanunlaştırıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlara bu kadar önem verilmesinin günümüze nasıl bir yararı oldu sizce?

(ÇIĞ): Kızım o kadar büyük bir yararı oldu ki... Bugün biz devrimimizin en yüksek çağında yaşıyoruz. Neden, çünkü kadınlarımız siyasette de sanatta da var. Dünya çapında kadınlarımız oldu. Medyada, iktisatta, ticarette her sahada kadınlarımız oldu. Ben bundan dolayı son derece mutluyum.  Daha iki gün önce Piyanist Gülsin (ONAY) Hanım’ı dinledim, ne kadar mutlu oldum. Şimdi daha 12 yaşında 9 yaşında sanatçı çocuklarımız var. Yenilere bakın, robot çocuklarımız birinci olmuş, bunlar ne kadar güzel. Doğru dürüst bir eğitim alsak, demek ki muazzam işler olacak memleketimizde.  Burada kabahat tabi hepimizde var.

(Y.A.): Yeterince gelişemememizin sebebi aslında okuma alışkanlığını bir türlü elde edemememiz. Okuma alışkanlığımız toplumda ne yazık ki yok.

(ÇIĞ): Şimdi onda da tabi haklısınız. Çünkü neden, evlerde okuma olmayınca, evde kitap olmayınca, evde aile okumayınca çocuklar da okumaz. Biz gözümüzü açtık evde kitapla. Babamız bizim çok meraklıydı kitaba.

(Z.Ç.): Babanız sizin Fransızca öğrenmenizi, keman çalmanızı çok arzulamış.

(ÇIĞ):  Tabi tabi, öyle. Babam klasiklerin tercümesi çıkar çıkmaz, ben evde değildim o zaman, hemen alıyor kardeşlerim okuyor. Daha Cumhuriyet ilan edildiği zaman çocuk kitabı yok. Atatürk o zaman dışarıdan çocuk kitabı getirtiyor, tercüme ettiriyor. Matbaa da yok, Meclis’in matbaasında basılıyor, öğretmenlere dağıtılıyor. Babam da öğretmen. Bize o kitapları getirir, okurdum. Gözüm kitapla açıldı. Kardeşlerim de öyle. Şimdi benim annem rahmetli, kardeşim Almanya’ya doktora yapmaya gitti, annemi de çağırdı, 1955 yılı falan, annem oradan gelince ilk sözü bana ne oldu biliyor musunuz? Muazzez, dedi, kardeşim oradaki Alman evlerine götürmüş,  gittiğimiz her evde kütüphane vardı, dedi. Annemin gözüne hemen kütüphane geliyor her gittiği evde. Bizde yok, bizde olmadı. Haklı olarak çocuklara okumuyor diyince ben kızmıyorum. Çocuklar kitap görmediler ki okusun. Şu fuarlar, ilk İstanbul Fuarı başladı. İstanbul Fuarı’yla kitap gördü çocuk, yazarını gördü, yazara imzalatmanın ne demek olduğunu gördü. Ama kaç kişi? Kaç yıllar sonra başka fuarlar açıldı? Halbuki İstanbul’la beraber bir yığın fuar her yerde şimdi var. Şimdi bak, 1995’ten sonra bizde bir okuma atılımı başladı. O zaman kitap yazanlar oldu, kitap yazan da yoktu ki. Şimdi bir kitap var Türk Tarihi, kalın bir kitap size göstereyim onu, gördünüz mü, bilmiyorum. Orada kaynaklara bakıyorum. Kaynakların inanın hepsi 1960-70’lerden sonra başlıyor. Yani yazan yok, birikim lazım, yazan lazım, kolay değil. Ancak yeni başladık. Hani yolcu taşıyan metrolar falan, oralara kitap koymaya başlamışlar, çocuklar kitap okusun diye. Bu çok önemli. Yahu Japonya’da bisiklette kitap okunduğunu gördüm ben. Hani böyle alışmak lazım çocuğum, çocukların kabahati yok. Yani genel olarak yazarımızın olmaması, basın olmaması bunların tanıtımının olmaması, bunların hepsi bir araya gelir.

(Z.Ç.): Bu arada Japonya dediniz, sizin eşinizle beraber yaptığınız zannediyorum iki de dünya turunuz mu var? Pek çok ülke gördünüz, millet gördünüz, çok etkilendiğiniz ülke değil, kültür var mıdır? Neresi olmuştur sizi çok etkileyen?

(ÇIĞ): Valla tabi her yerin kendine göre kültürü var. Biz Japonya’ya karı-koca olarak gittik. Üniversitede bir grup teşekkül etmiş. Grupta Türk edebiyatını, Eski Türkçeyi, Türk dilini inceleyen, yalnız Türklerle uğraşan 8-10 Japon bilim adamı hepsi bir araya geliyorlar bizimle konuşmak için. İşte, kültür bu kızım.

(Z.Ç.): Aynı Japonların sizin de denk geldiğiniz organizasyonlara finansör olup Sümer kültürünün araştırılması için bir heyet oluşturduklarını, zaman zaman sizin de onlarla yollarınızın kesiştiğini biliyoruz. Şimdi Anadolu’da yaşıyoruz, Atatürk’ümüz tarih bilinci yüksek, öngörü sahibi bir lider, bu bölümleri açmış, sizin gibi kıymetli insanların yetişmesine vesile olmuş, fakat biz Anadolu’da yaşıyorken etrafımız, hep dağ taş tarihi eserken Japonya’dan Japon insanların Anadolu kültürünü merak edip buna bütçe ayırması, bilim adamı yetiştirmek istemesi bambaşka bir olay.

(ÇIĞ):  Kızım tabi, daha önceden bu kültürü almışlar bu adamlar, bizden çok önce. Bizde Atatürk gelmeden önce kimsenin bir şeyden haberi yok, ne sanattan ne bilimden, hiç bir şeyden haberi yoktu bu memleketin. Yoktu bilim adamı. 1923’te Atatürk Cumhuriyet’i kurduğu zaman 13 milyon insan, bunların içinde bir avuç okumuş, o da devlet memuru olanlar. Bir de medreseler var, Arapça okuyan, bir işe yaramayan, yani hiçbir bilgi yok, sanat yok, sanat yasak, sanatın her şeyi günah. Düşünebiliyor musunuz? Heykel yapmak, müzik yapmak, resim yapmak, tiyatro, her şey yasak. Ve birdenbire tiyatro okulu kuruluyor, bale, opera okulları kuruluyor, müzeler açılıyor. 15 yıl içinde akıl erecek bir şey değil. Üniversiteler açılıyor. Atatürk’ün en büyük devrimi bu çocuklar, yazılmıyor. En mühimi Avrupa’da Hitler olduğu dönem, tutuyor kürsülerinde Yahudi olan profesörleri atmaya başlıyor. Ve bu profesörler aç kalıyorlar, doçentler, aç kalıyorlar, yiyecek yok, bir kısmını hapse attılar, sonradan öldürdüler, her şeyi yok ediyorlar. Bu akademisyenler, 1933’te hemen bir dernek kuruyorlar İsviçre’de. Bu dernek vasıtasıyla bütün dünya milletlerine müracaat ediyorlar, bizi alın, diye. Kimse almıyor. Amerika, göçmen memleketi, onlar bile almıyor. Bunlar şaşkın. Biz 10 yıllık memleketiz, Türkiye Devleti o zamanlar adı yok. Fakat İsviçre’den bir profesörü biz çağırmışız. Yüksekokul yapacağız, bunu nasıl tasarlayalım diye çağırılıyor. Atatürk o zaman (davet edenlere) bak sakın ha diyor, kendi kültürünüzü unutmayın, yapılacak şeyleri kendi kültürünüze göre yapacaksınız. Düşünün, bu çok önemli. Onlar diyor böyle bir Türkiye varmış acaba bizi alır mı? Ondan sonra müracaat ediyorlar, Atatürk “Gelsinler.” diyor. Şimdi o zavallılar canlarını kurtardıkları için seviniyorlar. Burada onlara bir eğitim imkanı açıldı, işte onlar o eğitimle kitap istediler alındı, laboratuvar istediler yapıldı, ne istedilerse her şey… Ankara’da fakülteler açıldı, İstanbul Üniversitesi tamamıyla üniversite haline geldi.  Mesela daha önceden Darülfünun hocaları vardı, ama hiç, ne bir kitap yazmışlar ne bir şey hiçbir şeyleri yok. Onların yerine bunları aldılar, yanlarına bir tercüman koydular ve şart koydular 3 sene içinde Türkçeyi, Türkçe ders verecek kadar öğrenin, diye. Mesela benim Hititoloji hocam gayet iyi öğrendi. Bir başladı bir eğitim seferberliği, herkes aman en iyi şekilde öğreneyim, çıkayım memlekete faydalı olayım dedi. Bizim hocalar böyle bir talebe görmedik diyorlar. Yani bizim alman hocalar bile böyle talebe görmedik diyorlar. Vazife veriliyor akşamdan konuşuluyor, sabahleyin hazırlıyoruz her şeyi. Böyle bir çalışma, böyle bir heves. Bu son derece önemli. İnanın tarih kitaplarında maalesef doğru dürüst yazmıyor. İlber Ortaylı Atatürk yazmış maalesef yok, doğru dürüst bunlardan bahsetmiyor. Şöyle böyle... Halbuki bu çok can alıcı damardı. Ondan sonra Atatürk’ün başka bir şeyi daha, DTCF’ yi niye açtı Atatürk? DTCF niye açıldı. Biliyor musunuz o zaman için DTCF bizim memleket için büyük lükstü ve başka hiçbir memlekette böyle bir fakülte yok. Tamamiyle Atatürk’ün kafasında olan bir şey bu.

(Z.Ç.): En çok ihtiyaç duyulan şey dil bilmek lazım, tarihini bileceksin, coğrafya bilgin olacak.

(ÇIĞ): Yalnızca dil bilmek değil kızım, Atatürk, diyor ki biz geldik burayı aldık, Osmanlı devrinde Türklerden hiç yok, ümmet var Türk yok, Osmanlı, Türklere idrakı olmayan millet der, kendi kökünü o kadar alçaltmış hep.  Farkındaysanız yetiştirdiği insanlar hep Rumların Ermenilerin çocukları, Türklerden yetişen kimse yok. Biz kendimize Türk’üz diyoruz, biz idrak edenler, dilimiz ne? Türkçe deniyor, peki bu Türkler ne zaman yaşamış, ne yapmış, nerden gelmiş? Aslında Avrupa kitabında Türkleri en eski 3. yüzyıla kadar getiriyor. Hatta dil olarak da “tengri” kelimesini alıyor,  dolayısıyla 3. yüzyıla kadar gelmiştir diyor. “ tengri” zaten Sümerceden gelen “dengir” kelimesinden gelen bir tanrı.

(Y.A.): Biz de iki gün önce Zeynep Hocam’la bunu konuştuk. İçimde ukde kalan iki şey var: Birincisi Osmanlı İmparatorluğunun fethettiği yeni topraklarda dili zorunlu kılmaması. Eğer Türkçeyi zorunlu tutsaydı çok farklı bir tarih yaşamış olacaktık. ikincisi de Mustafa Kemal Atatürk’ün çok erken yaşta aramızdan ayrılması.

(ÇIĞ):  O bize çok acı geldi işte.  Şimdi Atatürk diyor ki mademki biz Türk’üz, mademki Anadolu’nun genel halkı Türk’tür diyor, binaenaleyh Türkler nerden geldi? Burada mı doğdu, yoksa hakikaten Orta Asya’dan mı geldiler? Atatürk tarih okumuş adam, ne zaman geldiler, tarihi en eski ne zamana kadar gidiyor, bunların araştırılması lazım, bunları araştıracak insan yetiştirmek lazım. Bu nerede olacak, bir üniversitede olacak, bunun üzerine fakülteyi açıyor. Peki, bu insanlar nerden araştıracak, yani kaynak nerden bulacak, kaynak lazım. Anadolu’da kaynaklar kafi mi? Çünkü Türkler o kadar geniş sahada ki… Çinlilerle bol temasları olmuş, Hintlilerle, İranlılarla, Ruslarla, Macarlarla, Araplarla, Yunanlılarla, Latinlerle… Hepsiyle münasebeti olmuş. Şu halde bütün bu milletlerin yazılarında Türkler hakkında bir şeyler olması lazım. O yüzden bütün bu milletlerin dilleri ve kültürleri kondu DTCF’ye. Şimdi bunun yanında Atatürk,  Fransızca kitapta yazan“Sümerler Orta Asya’dan gelmiş olabilirler, dilleri Ural-Altay dilleri grubundan olabilir.” yazısının altını çizmiş, yanına kocaman eski harflerle “mühim” yazmış. Daha o zaman eski harfler kullanıldığından. Kendi gözümle gördüm. Onun için diyor, bu fakülteye Sümeroloji konacak. Dış kaynakta şöyle bir şey var, çivi yazılarının dili Asurcadan çözüldü. Sümerler çok sonra çözüldü çocuklar. O yüzden dış kaynaklarda Asurolojidir, bu bilimin adı. Atatürk diyor ki bırakın şu Samileri, Asuroloji Sami dili, bırakın Samileri, burası Sümeroloji olacak diyor. Düşünün ondan sonra o şeylerin arasında Hitit Tabletleri’nin bulunduğunu, tabletlerin okunduğunu öğrenmiş Atatürk. 1931’de Fransa’da Hititoloji dergisi çıkacak. Atatürk onun sponsorluğunu alıyor, biliyor musunuz? O kadar işin içinde adama bak sen. Onun sponsorluğunu alıyor, sonra diyor ki buraya Hititoloji de kurulacak. Bakın Türklerle münasebeti olabilecek bütün milletlerin dilleri ve kültürleri kondu. Ayrıca Türkoloji, arkeoloji, antropoloji, tarih, genel tarih ve coğrafya. Koca bir paket program. Peki ama bu çocuklar çıktılar buradan ya bir şey yapmak istese, okumak yahut da kitap istese nerden bulacak? Onun için dil ve tarih kurumlarını kuruyor. O kurumların parasını kendi cebinden veriyor ki gelen hükümetler, kendi doğrultularında onları çalıştırmasınlar diye. Çocuklar vizyona bakın, ne muazzam ne geniş…  Atatürk’ten başka böyle düşünen, böyle bir fakülte başka bir yerde yok.

(Z.Ç.): Müthiş…  Yani finansörlüğünü yapıp bundan çok çok uzun zaman sonrasını düşünüp tedbir alması…

(ÇIĞ):  Muazzam bir şey çocuklar, hakikaten bu DTCF,  o gün için bize büyük bir külfet. Çünkü bütün bu hocalar dışarıdan geliyor. Bir kısmı Yahudi de değil, dışarıdan tutulmuşlar da var. Bir kısmı da Yahudi olmadığı halde kaçanlar. Yani Hitler’in zulmünden kaçan.  Onlar orda çalışmak istemiyor, müracaat ediyorlar Türkiye’ye. Düşünebiliyor musunuz çocuklar ne büyük bir program Allah aşkına! Ben n’olur sizlere söylüyorum, bunların üzerinde durun çok önemli. DTCF açılışı çok önemli. Bakın o sayede ben bu Sümeroloji dalında hakikaten çok iyi oldum, arkadaşlar, üniversitede kalanlar, onlar da kendi çaplarında bazı şeyler yaptılar, yeni çocuklar yetiştirdiler. Devamı da geliyor. Hititoloji keza öyle. Şimdi yeni kazılar yapıldı. Çok güzel şeyler bulundu. Ben tabi onlara çok kızıyorum. Neden kızıyorum biliyor musunuz? Mesela Hititolojide bulunan yeni tabletler hakkında hiç gazetelere bir şey söylemiyorlar. Hiçbirini haber vermiyorlar. Halk hiç duymuyor. Size devlet bu kadar para veriyor, bunları duyurmaları şart. Bakın nicedir çalışırken aynı zamanda gazetecilerle de irtibatımız vardı. Biz hem yapıyor hem yeni buluntuları söylüyorduk onlara.

(Z.Ç.): Ben size biraz da fantastik bir soru sormak istiyorum. Şimdi mesela bunca zaman Sümerlerle çalıştınız tabletler çevirdiniz, kitap oluşturdunuz, Gılgamış’a dünyanın en eski destanına hayat verdiniz. Peki, bir imkanınız olsaydı, geçmişe gidebilseydik, Sümerlerde olsaydınız, Sümer’in yollarında, Hattuşa’nın sokaklarında geziyor olsaydınız ( keyifle güler) kiminle arkadaşlık etmek isterdiniz? Ve o dönemde çok merak ettiğiniz, ben bu olayın aslını merak ediyorum dediğiniz bir şey var mı?

(ÇIĞ): Kızım, Ludingirra’yla arkadaşlık ederdim. Ludingirra, aynı meslekteniz çünkü (gülerek cevaplar) birbirimizi anlardık o zaman.

(Z.Ç.): Peki, o okunmayan 60 bin tabletin içinde çok merak ettiğiniz şunu da öğrenmek isterdim dediğiniz var mı?

(ÇIĞ): Şimdi bakın o tabletlerin içinde Sümerlerle ilgili Lagaş Tabletleri var. Bunlar daha ziyade günlük yaşama ilişkin şeyler var. Mesela ben onların içinde tasnif ederken kadın isimlerini olanları ayırdım, onun için ilerde diyordum çalışma icap ederse bunları alırım. Kadınlar nerelerde, nasıl çalıştılar burada göreyim diye, duruyorlar bunlar öyle. Öyle fazla bir şey kalmadı. Lagaş Tabletleri, Asur Tabletleri yayınlandı. Sümer’in hem iktisadi hayatını yaptık hem de genel ticaretini yaptık. Yani genel olarak orda çok tablet kalmadı onu demek istiyorum.

(ÇIĞ): E öyle. Derler çünkü Türkler her tarafa kol atmışlar. İşte Atatürk bunun için DTCF’yi kuruyor.

(Y.A.K.): Benim size sormak istediğim bir soru var. Prof. Fritz Neumar’ın  bir sözü var, “Türkleri tarihten çıkarırsanız tarih diye bir şey kalmaz.” sizce de böyle mi?

(ÇIĞ): E öyle. Derler çünkü Türkler her tarafa kol atmışlar. İşte Atatürk bunun için DTCF’yi kuruyor.Şimdi çocuklar iki kitap var Türk tarihi ile ilgili… Bu kitapta benim önerimle Sümerleri öne aldılar. Bunda da yine aynı şekilde. Şimdi burada çok güzel haritalar var. Selçuk Silsüpür’ün kitabı. Şimdi burada haritalar resimler çok ama ben kaynaklarına baktım. Kaynakların hepsi 1960-70’ten sonra çoğalıyor. Dil tarihin verimleri burada görülüyor. DTCF’de yapılan çalışmalar görülüyor. Çok güzel kitaplar, dayanakları gayet iyi. Bunları bulundurabilirsiniz, çok önemli.

(Y.A.): Mustafa Kemal Atatürk öldüğü vakit genç bir hanımdınız, tamamen çalışma azmindesiniz, Cumhuriyet yeni kurulmuş, az önce söylediğiniz gibi birçok koldan çalışmalar yapılıyor ve her şey bir bıçak gibi kesiliyor muhtemelen kısa bir süreliğine de olsa. Bu elim olayı tarih kitaplarından okuyan bir insanın bile yeri geliyor boğazı düğümleniyor. Bu tarihi canlı yaşayan biri olarak, bu üzücü olayla nasıl baş ettiniz?

(ÇIĞ): Tabi, ölüm olayı bize çok erken geldi.  O sabah radyo başında büyük bir salonda toplanmışız dil tarihçiler, erken. Ruhunu teslim etti der demez radyo, bütün salondaki herkes, kız erkek herkes ağlıyor hıçkırıklarla, bugün bile... (gözleri doluyor) O kadar büyük tesir etti bize, herkes ağlıyor. Atatürk’ün ölümü dünyada görülmemiş bir şey oldu. Düşünün İstanbul’dan İzmit’e gidinceye kadar zırhlılar geldi, yabancı zırhlılar, onu geçirmeye. O camilerin kubbelerinin etrafı insanla doldu. Atatürk trenle geliyor, uğradığı istasyonlara insanlar koşuyor, muazzam bir şey. Halkımız Atatürk’ü çok sevdi ve Atatürk’ü çok anladı. İşte, onun için bugüne geldik biz. Eğer halk Atatürk’ü böyle sevmeseydi bu şekilde anlamasaydı bugüne kalmazdı bu devrim, bu muhakkak.

(Z.Ç.): Okumaya devam ediyorsunuz,  sürekli gündemi takip ediyorsunuz.

(ÇIĞ): Kızım bakıyorum işte, acaba bu kitaplarda ne var, doğru şeyler mi var? Bilhassa kaynakları ilgimi çeker. Kaynaklar ne zaman yazılmış?

(ÇIĞ): Bakın bu mesela çok önemli İlber Ortaylı’nın kitabı. Atatürk’ün en büyük işlerini göstermemiş, DTCF’nin önemini ortaya koymamış. Çok kızdım ben.

(Y.A.): Anladığım kadarıyla şu noktada sizinle uzlaşıyoruz: Atatürk’ün devrimlerinin, inkılaplarının sosyolojik boyutunu iyice irdeleyebilen, toplum bu devrimlerden nasıl etkilenmiş diye derinine araştıran bir çalışma yok.

(ÇIĞ): Maalesef yok. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı yapabilmek için halkı ayaklandırdı. Bu yazılmıyor. Halk olmasaydı Kurtuluş Savaşı’nı kazanamazdık çocuklar. Halk, ayakkabısını yaptı, çorabını yaptı, gömleğini, donunu yaptı. Halk yaptı, halka yaptırdı Atatürk bu çok önemli. Çocuklar Atatürk’ü anlatmak isteyen insan bunu anlatır. Atatürk, bunlarla Atatürk. Şu kadınla gezmiş, askere şöyle demiş falan değil. Asıl şu anlattıklarımdır. Bunları herkesin anlatması lazım.

(ÇIĞ):  Yani çocuklarınıza, talebelerinize anlatın, bilhassa Atatürk’ün devrimleri çok önemli. Bu DTCF’yi kökeni araştırmak için kurmuş.  Bakın şimdi kitaplar yazılabiliyor, daha da yazılanlar var. Mesela benim arkadaşlardan Osmanlı tarihi, İslam tarihi, Selçuklu tarihi yazanlar var. Yani pek güzel çalışmalar var. Atatürk öyle yalnız bir kumandan değil. Atatürk’ü muhakkak anlatın, bu yabancı profesörleri aldığını, her türlü zorluğa dayandığını anlatın çocuklar. Benim kardeşim rahmetli Almaya’ya tıp ihtisası için gitti. Orada Türklere ne kadar kötü muamele ediyorlar, aşağılıyorlar. Beni de hastaların arasına koydular, diyor. Hastalarla yemek yiyorum, doktorların arasına sokmuyorlar diyor. Bir gün derste bir soru sormuş hocaları, kimse bilmemiş. Bu, kaldırmış parmağını cevap vermiş, hocası nerden biliyorsun demiş, Schwarts’dan demiş. Nereden tanıyorsun? Schwarts benim hocamdı demiş.  Ondan sonra derhal beni aralarına aldılar, doktorlarla yemek yedim onlarla kaldım diyor. Oturdum kalktım her defasında Atatürk’e dua ettim, diyor.

(Z.Ç.): Muazzez Hanım, sohbet ediyoruz, sohbetiniz de çok tatlı, sizi yormak da istemiyoruz.

(ÇIĞ):  Yor yor ☺ Nasıl olsa yatıp uyuyacağım.

(Z.Ç.): Biraz sohbeti toparlamak adına, şimdi bu kadar iş yapıldı,  yoğun bir müze hayatınız oldu, zaman zaman kızlarınızla bile ilgilenemediğinizden bahsediyorsunuz bazı röportajlarınızda.  Fakat neticede siz de hoş bir hanımsınız, sevdiğiniz biriyle evlenmişsiniz, güzel de bir hayatınız olmuş. Ben sizin kişisel zevklerinizi de merak ediyorum. Mesela Muazzez İlmiye ÇIĞ neyi dinleyince gönül teli titrer, nelerden hoşlanır? Hangi müzik? Bir Müzeyyen Senar sizi mutlu eder mi?

(ÇIĞ):  Ailede böyle bir müzik işi olmadı, ama babam nerden akıl etti ki bir keman dersi aldırdı. Fakat kabiliyet yoktu bende çok çalışıyorum, hocam beğeniyor ama olmuyor. Mesela bazısı notayı hemen alır paldır küldür çalar, ama bende o kabiliyet yoktu. O bakımdan kaldı yani fazla gitmedi. Ailede müzik yapan yok ama inanın çalışırken pek farkında değildik. Yani bir radyo bile dinleyemedik.

(Z.Ç.): Hatice Hanım’la çalışırken nelere gülerdiniz, o sizin yakın dostunuzdu nur içinde yatsın.

(ÇIĞ):  Ne bilim ben neye gülerdik ☺

(Z.Ç.): Yani beraber yapmaktan zevk aldığınız şeyler?  Mesela İstanbul’da hep şuraya giderdik dediğiniz bir yer?

(ÇIĞ): Nerde gidelim kızım, hep çalışıyoruz.  Müzeye gidiyorum, eve geliyorum. Evde de hep çalışıyorum, çoluk çocuk. O zaman düşünün ki hazır elbise yok, hepsini kendim diktim, pantolonlarına kadar, kendi elbiselerimi kendim diktim, örgü örüyorum bir taraftan, yemek yapıyorum.  Gelenim gidenim, misafirlerim olur. Her güzelden zevk alırım. Mesela ben opera çok seviyorum. Bazen açıyorum bulursam zevkle seyrediyorum. Ama özel bir şeyim yok, her şeyi seviyorum hakikaten. Benim bir şiirim var gördünüz mü? 75 yaşındayken  kızım Amerika’da bana doğum günü yapmaya kalktı, anne dedi şimdi gelenler sana bir şeyler söyler, sen de söylersin. Ben de bir dize yazdım, aklımda kaldığı kadar. “Nedir bu 75, ay mı, gün mü, zaman mı?”..... Aklımdan gitti şimdi. Orda yazdım. En büyük zevkim, kalsam uzaya da gitmek isterim, güzel şeyleri seyretmeyi, bir tiyatroya gitmeyi, bir sergiye gitmeye bayılırım. Yani her güzeli seyretmeye bayılıyorum. Zevk bu. Çocukları çok seviyorum, gençleri çok seviyorum. Bak edebiyatın Sümerce olduğunu biliyor musun? “edubba” tablet evi demek, kitaplık demek, tablet kitaplığı demek. Madem edebiyatçısınız, bilin.

(Y.A.): Arapça “edeb” kökünden diye biliyoruz.

(ÇIĞ): Hayır, tamamiyle Sümerceden. Benim son kitabımı okursanız, Sümerleri Türk olarak yazdım ve artık kapadım.

(Y.A.): Türkçenin Yaşı Meselesi diye bir makale vardı. Orda Sümerceyle Türkçenin yaklaşık 130 tane ortak kelimesi olduğu yazar.

(ÇIĞ): En aşağı 700. Benim son kitabımı aldınız mı? Sümerler Türklerin Bir Koludur diye. Şimdi bakın çocuklar, İran’da Türkmenistan’da Sümerceyle mukayese edenler oldu ve ilk yapan da bir Alman, Almanya’da  taa 1915 yılında. Şimdi ben bütün o dil karşılaştırması yapanların listesini aldım kitabıma koydum. Ondan sonra ben buna ilaveten, (yani Türk dili Sümer dili karşılaştırmaları)kültür bağlantılarını koydum. Şimdi yalnızca benim yapmam kafi değil. Benden evvel bir Türkmen, o da Türkmenlerin 5000 yıllık Sümer bağlantısı diye bir kitap yazdı. Ben onun çalışmalarından aldım, kendim ilaveler yaptım ve böylece Sümerlerin Türk olduğunu gösterdim. Şimdi iki kişi aynı konuda birleşirse o zaman o tez kabul edilir, ama yalnız ben yapsam olmaz. Maalesef şimdi bunun üzerinde bizde kimse durmuyor. Ben geçenlerde bir yazı yazdım, dedim ki bu kitapların içindeki bu bilgilerin böyle kalmasının hiç kıymeti yok. Bunu başkaları merak edecek, alacak, okuyacak; eğer kafası buna uygunsa diyecek ki bunlar doğrudur, yahut da değildir, diye tenkitlerini yapacak. Bunları ortaya atacak. Birileri bunu bir kongreye sunacak, bir makale yazacak, icap ederse yabancı dile koyacak, böylece bunları dışarıya duyuracak, aevvela kendi halkımıza duyuracak. Kendi haklımızın da duyması lazım, yoksa kitapta kalmasının hiç, ama hiçbir anlamı yok.

(Z.Ç.): Aslına bakarsanız bizim sohbetimizin de maksadı bu. Biz hem şahsen sizinle vakit geçirmek istedik hem de bizim okulumuz sosyal bir okul. Kendi dergimiz var, blog yazılarımız var, mümkün  olduğunca kendi doğrularında giden ilkeli bir okuluz. Biz de sizinle yaptığımız bu sohbeti kayıt altına alıyoruz, bunların hepsini öğrencilerimizle paylaşacağız. Sizden bahsedeceğiz, okulumuzda sizin kulaklarınızı çok çınlatacağız. Size çok selam getirdik, sizin de selamınızı öğrencilerimize ileteceğiz. Bu sohbetlerimizin hepsini kağıda döküp, öğrencilerimize sunumlar yapacağız. Sizi biz Adana’ya kadar yormak istemedik, ama siz bizi kabul ettiniz. Çok çok teşekkür ederiz.

(ÇIĞ): Kabul ediyorum ve çok mutlu oluyorum. Bakın, burada size ne verdimse siz şimdi bu kadarsınız, yarın anlatırsınız. Bu çok çok önemli.  Ne diyor Sümerler: MADEM BİLİYORSUN NEDEN ÖĞRETMİYORSUN? Sümerlerin en büyük sözü. Boş vakit geçirdin, neye yaradı?

Son Sümer Kraliçesi’ne sonsuz sevgi ve saygıyla….

12 ARALIK 2018 14.00
MERSİN- ERDEMLİ, EVRENSEL SİTESİ
ZEYNEP ÇETİNKAYA, YASER ALTINÖZ, YİĞİT AHMET KARA(10/A), GÖKSU ÖZÜGERGİN(9/A)

Bu yazı 13 Mayıs 2019 tarihinde kategorisinde yayınlandı.
Sonraki Yazı

ERAL OKULLARI (Çukurova Kampüs)
Adres: Huzurevleri Mah. 77123 Sk. No:3 01360 Çukurova Adana, Türkiye

ERAL MİNİ ANAOKULU
Adres: Güzelyalı Mah. 81128 Sk. No:4 01170 Çukurova Adana, Türkiye

ERAL İLKOKUL & ORTAOKUL
Adres: Güzelyalı Mah. 81107 Sk. No:3/1 01170 Çukurova Adana, Türkiye 

ERAL ANADOLU – FEN LİSESİ
Adres: Güzelyalı Mah 81108 Sk. No:16 01170 Çukurova Adana, Türkiye

444 3725
linkedin facebook pinterest youtube rss twitter instagram facebook-blank rss-blank linkedin-blank pinterest youtube twitter instagram